Mikalojus Konstantinas Ciurlionis ’in (1875-1911) resimlerini incelerken, sahnelerin sıklıkla belirli bir geometrik temsilin kendini açmasıyla kurulduğu izlenimine kapıldım. Bu izlenime varmama yol açan esas etkenlerden biri şüphesiz ki tasvir edilen sahnede kendini daimi bir ışık kaynağı olarak sunan geometrik biçemler, küreler, yılan gibi kıvrılan yollardı. Resmin içine serpiştirilmiş bu biçimlerin yaydığı ışık şu anlama geliyordu: Görüntünün imkanı bizzat onlarda kurulmuştu. Kapalı bir düzenek gibi resim yalnızca kendi imkanlarıyla aydınlığa kavuşuyordu.
Işıklandırma bir resimdeki dünyanın ne ölçüde kendi olanakları içerisinde yer alabildiğini, kendi kendine ne kadar yetebildiğine dair bir ipucu verir. Eğer görüntünün imkanı resmin dışında bir yerde, kaynağı henüz belirlenemeyen bir ışık imgesinin altında gelişip serpiliyorsa, resmin dünyası onu aydınlatan dışarıdan ayrışmamıştır. Böylece resim dışarının bir uzantısı olarak kendini sürdürür ve onun kanunları altında yer aldığını ima eder. Öte yandan ışıklandırma kaynağı resmin içerisinde yer alıyorsa resim kendini ancak kendi imkanları ve kanunlarıyla açar. Aydınlatılmak, görselliğe kavuşturulmak için dışarıya eklemlenmek zorunda değildir: Sanat kendini gerçeğe bir ilave olarak değil gerçekliğin kendisi olarak ortaya koyar. Ciurlionis’in parlak, tekil geometrik biçemleri işte bu kendine yetme halinin kutsal yankıları olarak resimlerinin ortasına kurulmuşlardır.
Sıklıkla sanat eserlerinin gerçekliğin bir çeşitlemesi olduğu fikrini duyuyorum. Ciurlionis’in betimlediği dünyalarsa gerçeklik adı verilen tek, ortak bir dünyanın içinde açılmış mikro-dünyalara hiç benzemezler. Onun kendi içinde yetkin dünyaları ‘çeşitlenme’ olgusu yerine ‘yaratım’ mefhumu üzerinden kurulmuşlardır. Yani sanat bir dönüşüm değil doğum üzerinden düşünülür, var olanın bir çeşitlemesi değil yoktan var’a geçişin nişanesi olarak. Hem şimdi -belki biraz da psikanalitik akımların etkisiyle- yaşam şeylerin daimi olarak birbirinin yerine geçtiği, birbiri üzerinden dönüştüğü dev bir ağ gibi görülüyor. Yaşamak adı verdiğimiz bu enginliğin telaffuz edilemez, dönüştürülemez ve tercüme edilemez olan yanlarıyla kim ilgilenecek peki?
Bana kalırsa bu resimde figürün gözlerinden ileri atılarak resmi seyredenin gözlerine varan, durmadan genişleyen o yollara konulmuş herhangi bir sınır yoktur. Seyircinin gözleri bir sınır çizemez artık bu yollara. Hayali bir çizgiyle buradan da taşarak -resmin ismiyle uyumlu bir biçimde- ‘ebediyen’ genleşmeye devam edecektir onlar.
Hem belki de denklem tersine çevrilmiştir de bu sefer seyircinin dünyası resmin dünyasının bir uzantısı haline gelmiştir. Değil mi ki ‘Fairy Tale of Kings’ (1909) adlı eserinde ağaçların tüm katı, materyal varlığını yok sayarak ışık arkadan engelsiz yükselir, değil mi ki resmin içine girebilmek için tek ihtiyacımız olan da o ışıktır… Demek ki dünyalarımız arasındaki bağlantı ancak resmin içerisinde, o ışıkla birlikte başlar ve biter. Ne var ki resmin içerisi kendisinden sınırsızca dışarı taşmaktadır ve hikaye böylece sonsuza gider…
Bilge Miray Aslan
Leave a reply